Söyle Ayna Benden Haklısı Var mı?

Aynalar değil belki ama biz, kendimize çok yalan söylüyoruz. Gerçeği görmeyi reddedip yalan söylemeyi ya da “kurguladığımız gerçeğin” tatlı hazzını yaşamayı tercih ediyoruz. İçinde büyüdüğümüz kültür de bunu dayatıyor aslında. Ne olumlu bir geri bildirim alışkanlığımız var (karşındakinin kalbini kırmadan, rencide etmeden ve ona empati, sempati duyarak iyilikle söylemek) ne de gerçeği dile getirme cesareti.

İnsanın kendini tüm gerçekliğiyle değerlendirmesi en zor şeylerden biri. Kim olduğumuz, değerlerimiz, hepsi konusunda kafamız karışık. Bu nedenle sadece lider, politikacı, yönetici rolüne soyunan kişilerin değil insana dokunan tüm meslek sahiplerinin, ebeveynlerin kendileriyle ilgili bu değerlendirmeleri sağlıklı bir biçimde yapması gerekiyor. Mesela ağzı iyi laf yapanların büyük bir çoğunluğu, iletişim yeteneklerinin tanrısal bir ölçüde olduğuna inanıyor. Tabii baktığınızda, arkalarında bir sürü kırık kalp, öfkeli insan kalabalığı görüyorsunuz. Doğal olarak da bunu kendilerinin değil diğerlerinin suçu olarak görüyor, algılıyorlar. O, güçlüdür ve hayatta kalacaktır. Gerisinin önemi yoktur, zaten güçlü olduğu için de herkes onu doğrular; “aman ne güzel konuşuyorsunuz paşam, ağzınızdan bal damlıyor, çok haklısınız efendim.”

Televizyon ekranlarından kahve sohbetlerine dek hep haklı olma, en iyi olma yarışıdır gidiyor. Bir an bile tereddüt etmiyor insanlar haksızlıklarından ya da söyledikleri sözün aslında hiç bir anlamı olmadığından. Kelimeler silahtır fakat bu silah gerçeğin en büyük düşmanı olarak çıkıveriyor karşımıza. Gerçeğin yerini sadece haklı olmak alıyor, ne pahasına olursa olsun haklı olmak.

Arthur Schopenhauer, “Eğer rakibiniz sizin yenilginizle sonuçlanacak bir yol tutturmuşsa, onun nihai önermesini söylemesine izin vermemelisiniz. Tartışmayı bölün, veya tamamıyla bitirin, veya başka bir konuya geçin,” der, Haklı Çıkma Sanatı adlı eserinde.

Schopenhauer’in 38 hile yoluyla bir tartışmadan nasıl galip çıkılacağını anlattığı bu eser, son dönemlerin moda deyişiyle hiç te “politik olarak doğruculuk” yapmıyor, “yüzsüzlüğümüzle dalga geçmemize neden oluyor.” (Bu cümleyi başka bir yazıdan alıntıladım. Yazıyı görmek için; http://binbirevren.blogspot.com.tr/2014/02/hakl-ckma-sanat-arthur-schopenhauer.html )

Schpoenhauer’in önerdiği yollardan biri de öne sürülen düşünceyi, savı yaftalamak, nefret edilen, iğrenç bulunan bir kategoriye sokmaktır. Bu faşizmdir, dinsizliktir, v.b.” gibi. Son yıllarda, sınırlı olarak ta olsa seyrettiğim tartışma programlarında izlediklerim ise bana en çok 38. hileyi hatırlatıyor, “Rakibinizin daha avantajlı olduğunu hissederseniz, hemen kişisel, hakaret edici ve kaba olun. Tartışmayı kişiselleştirdiğinizde, konuyu tamamıyla terk eder ve saldırgan ve kindar beyanlarla ona saldırırsınız. Bu, başarmak için hiç yetenek gerektirmediğinden, çok revaçta olan bir tekniktir.”

Gerçeğin zerre kadar hükmünün olmadığı bu algı evreninde ‘Haklı Olmak’ daha doğrusu ‘Haklı Çıkmak’ mıdır bizi mutlu edecek olan? Yoksa gerçeği dile getirebilme cesaretinin özgürleştirici gücü mü?

Yaşamlarımızda yalanın hüküm sürdüğünü düşünüyorsak, sadece bundan şikayet etmek bizi masum kılar mı? Haklı olmanın değil de sadece gerçeğin peşinden koşmaya ve bunu büyük bir açıklıkla kabullenmeye, dile getirmeye hazır mıyız? Bunu yapabilir miyiz? Ve gerçek bize, haksız olduğumuzu söylüyorsa, bununla yüzleşebilecek miyiz?

Hakikatin yani gerçeğin konuşulması için öncelikle cesaretin gerektiğini biliyoruz. Sevgi Soysal, 1976’da kaleme aldığı, Gerçeğin Büyük Ustalarından Bertolt Brecht’e göre ‘Gerçeğin Yazılmasında Beş Zorluk’ başlıklı makalesinde, Brecht’in halen geçerliliğini sürdüren ilkelerini bizimle paylaşıyor:

  1. Gerçeği yazabilecek cesaret
  2. Gerçeği kavrayabilecek akıl
  3. Gerçeği elle tutulur bir silaha dönüştürmek sanatı
  4. Bu silahı etkili kılacak olanları seçebilmek
  5. Gerçeği yığınlara ulaştırabilmek, yayma becerisi

Ve makalesini çok önemsediğim bir cümleyle bitiriyor, “Önümüze çıkan, kendi yarattığımız engellere rağmen, çıkan gerçeğe yan çizemeyeceğimiz için, gerçeği saptırmaya gücümüz hiç yetmeyeceği için, yettiğini sansak da kandırılan da, yenilen de sadece kendimiz olacağımız için, gerçeği yazmaya uğraşacağız. Ötesi, tatara, titiri.”

Peki o zaman gerçeği konuşmaya, gerçeğin iletişimi yapmaya ne zaman başlayacağız? Aslında o görmekten kaçındığımız gerçeğin aslında yüzleştiğimizde, bizi de iyileştireceğini kalın kafalarımıza sokmayı becerebilecek miyiz? Psikolojik iyileşmenin de en önemli aşamalarından biridir kabullenme. Toplumsal olarak bizlerin de acilen gerek kendimizle, gerek içinde yaşadığımız çevrenin gerçekleriyle yüzleşme, bunu kabullenme zamanı geldi de geçiyor bile.

Gerçeği kabullenme ve dile getirme cesaretini gösterdiğimizde, içerisinde bulunduğumuz ve şikayet etmekten vazgeçemediğimiz durumu da değiştirmek için akıl yolunu açacağız. Haklı olma ısrarımızın bizi içerisine kilitlediği gerçekdışı gerçek, haklı olanın güçlü olduğu, Orwellyen bir distopyaya hızla yakınlaştırıyor bizi.

Gerçeği kavrayabilecek akıl ve gerçeği yazabilecek cesaretin çiçek açacağı bir ortamı yaratmak hepimizin görevi, sorumluluğu. Aksi takdirde, “masum değiliz hiç birimiz.”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s